Toplum olarak o kadar çok ayrıştık ki, iki kutup adeta birbirine kin
kusuyor.
Trabzon’da bir seyahat sırasında belediye otobüsünde
arkamda oturan iki kadının konuşmalarına kulak misafiri oldum.
Birbirlerinin akrabası olduğu anlaşılan kadınlar, otobüsümüz İnönü
mahallesindeki Yavuz Sultan Selim Camisinin önünden geçerken,
yaşça büyük olanı; “Her yerin ismini değiştirdiler; camiye de Yavuz
ismini vermişler” dedi. Hemen yanındaki eski Sigorta Hastanesinin
adının da Fatih Devlet Hastanesi olarak değiştirilmiş olduğunu
görünce yeniden feveran ettiler.
Dayanamadım ve arkaya dönerek onlara, o Yavuz Sultan
Selim’in 1489’dan itibaren 22 yıl Trabzon’da valilik yaptığını, Fatih’in
de Trabzon’u fethettiğini söyleyip, onların adı verilmeyecek de kimin
adı verilecekti dedim. Kızıp saldıracaklarını bekliyordum ama
kızmadılar bana.
Onları buna sevk eden aşırı bir Osmanlıcılıkla, Cumhuriyeti
hazmedemeyen bazı zümrelerin katı tutumudur. Fakat birileri 100 yıl
önceki Osmanlı rejimini özlüyor veya ona methiyeler düzüyor diye,
624 yıllık mirası kimse reddedemez, etmemelidir. Hiç kimse, ırkını,
mazisini, seviyor, onu övüyor diye kınanamaz. Bu, İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinin de gereğidir. 9’uncu maddede, “Her kişi
düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlük, din veya
kanaat değiştirme hakkını da içerir ve alenen veya hususi tarzda
ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu
olarak dinini veya kanaatini açıklama hürriyetini kapsar”
denilmektedir.
Bu maddeden anlaşılacağı üzere din özgürlüğü bireyler bakımından
başlıca beş hakkı içermektedir; bunlar:
a) Vicdan özgürlüğü yani inanmak veya inanmamak hakkı,
b) Din, mezhep veya kanaatini değiştirme hakkı,
c) İbadet ve ayin yapmak hakkı,
d) İnancını dışa vurarak uygun vasıtalarla açıklamak hakkı,
e) Dinini başkalarına nakletmek, öğretmek hakkıdır.
Ülkemizde en büyük sorunlardan biri ne yazık ki budur. Sokakta,
çarşıda, pazarda, kahve köşelerinde hep bu tartışılmaktadır. Oysa
başkasının inancına karışmak, onun kanaatini değiştirmeye
uğraşmak beyhudeliktir. Ama en çok da bunu yapıyoruz.
Bir de işin tasavvuf ve tarikatlar kısmı var. Birkaç sapık, kendilerini
şeyh ilan edip olmadık herzeler yiyince, bu kez de tarikatlara
temelden bir karşı çıkma, haksız bir saldırı başladı. Oysa “Cevizin
kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder”
Tasavvufun özüne inebilseydiniz oralarda neler görecektiniz neler?
Savaşta kılıç bilemek bile büyük ve mübarek bir iştir. Bileyici Baba,
savaş zamanı kılıçları bilerken, barışta dergâhta bir başka hizmetin
ve hazzın içindedir. Gerçek manada tarikatlar böyleydi işte. Savaşta
ayrı barışta ayrı ama hep bir tevekkülün içinde…
Depremde, günler sonra bir insan yavrusu canlı çıkarılınca oradakiler
sevinmiş ve Allah’ı büyükleyerek Allahuekber demişler; vay sen misin
Allah’ın adını ağzına alan, hem sosyal medyada hem de bazı basın
yayın organlarında olmadık sözler, hakaretler…
Siz iyi misiniz yahu!
Zaten yaşanan büyük bir mucize ve onların yaptığı da o mucizenin
Yaratıcısına iltica… Ne söylemelerini beklerdiniz? Hurra mı deselerdi,
yoksa sahte alkış mı tutsalardı? Yıllarca bunu yaptınız zaten.
Hayatlarında neredeyse Allah’ı bir kere bile ağızlarına almayanları,
tertemiz camilerimizin tertemiz musallalarından kaldırttınız bize.
Bu yüzden ilerleyemiyoruz zaten. Çünkü bu boş işlerle zaman
kaybedecek yerde memleketin gelişmesi, kalkınması için fikir
üretmeye, tartışmalar açmaya çalışsaydık bugün burada
olmayacaktık. Bunu şimdi Z Kuşağı dedikleri gençler yapıyor.
Binlerce yıllık bir tarihe sahip büyük bir milletiz ama kısır çekişmeler
bizi bitiriyor. Birileri siyasi saikle veya daha başka bir sebeple
Osmanlıyı övdü diye ceddimize düşman kesilmememiz gerekir.
İstanbul’un ve Trabzon’un fatihini tu kaka etmek, en hafif deyimle
cahilliktir, hainliktir. Azametiyle dünyaya hükmetmiş Fatih Sultan
Mehmet’i, başta 19’uncu asır Alman Prensi Bismark olmak üzere pek
çok Batılı tarihçi, gezgin överken, Yunan ağzıyla onu kötülemek
kimseye bir şey kazandırmaz. Onun torunu Yavuz Sultan Selim’i
tanımamak veya küçümsemek, tarihine düşmanlıktan başka bir şey
değildir; üstelik de cahilliktir. 1512’den 1520’ye kadar sadece 8 yıl
hüküm sürmesine rağmen imparatorluk topraklarını üç kıtaya yayan
bir sahipkırandır o. Eğer bir 8 yıl daha hüküm sürebilseydi belki de
bugün dünya haritası böyle olmayacaktı. Fatih, Yavuz böyle de
Kanuni Sultan Süleyman başka mı? 1520’de babası Yavuz’un
ölümüyle tahta çıkıp 1566’ya kadar 46 yıl hüküm sürdüğü
imparatorlukta neredeyse refah içinde olmayan kimse yoktu.
Kanunları uygulayışını Avrupa hâlâ konuşuyor. Amerika’da kongre
binasında bulunan 23 kanun koyucunun arasında onun da heykelinin
bulunuşu boşa olmasa gerek.
1847’de İrlanda’da baş gösteren kıtlık sırasında Kraliçe’nin
kıskançlığı yüzünden İngiltere’den gizli yapılan para, üç gemi dolusu
ilaç ve gıda yardımı yapan Sultan Abdülmecit de unutulmayacaklar
arasındadır. Biz unutsak da İrlandalılar unutmuyor, onun anısına
saygı duyuyorlar.
Fakat bütün bunları konuşurken, imparatorluğun zayıf karakterli,
düşkün, hatta içkiye müptela padişahlarını da konuşabilmeliyiz.
İmparatorluğu en zor zamanda 33 yıl idare eden Sultan 2.
Abdülhamit’i dirayetsiz, zayıf karakterli olarak addetmesek de,
zamanında yaşanan büyük toprak kayıplarını, aldığı dış borçları da
konuşabilmeliyiz. Gereksiz Abdülhamit hayranlığı, karşı cephede
sadece ona değil bütün bir imparatorluğa düşmanca bakışı getirince,
oturup düşünmeliyiz bence.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Her tez antitezini doğuruyor. Hele
bu bizim gibi kırılgan bir toplumda daha da belirginleşiyor.
Cumhuriyet rejimi belki de en doğru zamanda ve zeminde getirildi
fakat kaldırılan rejimi kötülemeyecekti. Aslında rejim geçişi çok da
usturuplu yapılmıştı ama nedense Osmanlı rejimi çok ağır ithamlarla
yerden yere vuruldu. Dolayısıyla buna karşı zamanla bir antitez
gelişmiş oldu. Ve bugün muhafazakârlar ve devrimciler diye iki kutup
oluştu. Ne yazık ki aralarındaki uçurum, son yıllarda siyasi boyut da
kazanarak gittikçe derinleşiyor. Bunu önlemek mümkün fakat akil
insanlara çok iş düşüyor.
Son sözümüz şu olsun: Her iki cephede de bir inat almış başını
gidiyor. Ceddine sövmek, en hafif deyimle cahilliktir. Aslını inkâr eden
haramzadedir. Buna karşı, artık 100 yaşına gelmiş bir Cumhuriyeti de
hazmedememek yanlıştır, cehalettir. İlimle, akılla, anlayışla hareket
etmek en doğrusudur. Üstelik bu kısır çekişmeleri de sonlandıracak;
belki de memleketin ilerlemesi, büyüyüp gelişmesi ve medeni milletler
seviyesine gelmesi açısından çok daha yararlı olacaktır.
Muhabbetle Efendim!